Dr. Mahmut TOKAÇ
Bugün 12 Mayıs. Bugünün anneler günü veya hemşireler günü olmasından bahsedecek değilim. Benim doğduğum günün bu gün gibi anneler gününe denk düşen bir 12 Mayıs Pazar günü olmasından ya da bugün ömrümün yarım asrı doldurduğundan bahsedecek de değilim.
Yine de yazıma başlamadan önce hem tüm annelerin anneler gününü, hem de hemşire arkadaşlarımızın hemşireler gününü tebrik ediyorum. Vefatından kısa bir süre önce, 2008 yılının 12 Mayıs’ında henüz birkaç gün önce geçirdiği nefrektomi ameliyatının ıstırabı içindeyken bile, Ankara Atatürk Hastanesindeki hasta yatağında, Batı’dan aktarma doğum günü şarkısını “İyi ki doğurmuşum seni Maamiiit.” diye kendince değiştirerek söyleyen canım Anneciğimi de bu anneler gününde hayır ve hasretle yâd ediyor, mekanının cennet olmasını diliyorum.
Geçtiğimiz günlerde Şikago dönüşü havaalanında eski Genel Müdürüm Hayriye Mıhçak’la karşılaşıp ayak üstü hal-hatır sorduğumuz kısa sohbet vesilesi ile bir anda yeniden hafızamda canlanan, 39, 40 ve 41. yaş günlerime denk düşen ve benim hayatımda önemli dönüm noktaları olan peş peşe üç 12 Mayıs’la ilgili hatıralarımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bunlardan ilki 2002 yılının 12 Mayıs’ı, İstanbul 112 Acil Yardım Hizmetleri Başhekimliği görevine atandığım tarih;
İkincisi, İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’nde Genel Müdür Yardımcısı olmak üzere İstanbul 112’deki görevimden ayrıldığım tarih olan 2003 yılının 12 Mayıs’ı;
Üçüncüsü ise 2004 yılının 12 Mayıs’ı, Genel Müdürüm Hayriye Mıhçak’ın bir müfettiş soruşturması sonucu görevden el çektirildiği tarih.
Daha önceki memurluk hayatımda bazı küçük idari görevler almışsam da gerçek anlamda ilk idareciliğim sayılabilecek olan İstanbul 112 Acil Yardım Hizmetleri Başhekimliği görevine atandığım 2002 yılının 12 Mayıs’ı ile başlayalım.
Aslına bakarsanız idarecilik hiç arzu etmediğim bir durum. Hani bir söz vardır: “Devenin sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş.” Ben de tüm memuriyetim boyunca idarecilikten kaçtıkça idari görevler gelip beni buluyor. Daha ilk mecburi hizmet yıllarımda Erzincan’da görev yaptığım hastanede sadece imzayla sınırlı da olsa başhekim yardımcılığı görevi verildi. İstanbul’a döndükten kısa sürelerle çalıştığım üç yerden sonra uzun boylu kaldığım Karabayır Sağlık Ocağı’nda bir dönem tek hekim kalınca mecburen üzerime kalan sorumlu hekimlik görevi, daha sonra başka hekimler gelmesine rağmen ayrılıncaya kadar devam etti.
Sağlık teşkilatının yeniden yapılandılıldığı ve ilçe sağlık grup başkanlıklarının ihdas edildiği bir dönemde, İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü’nde personel işlerinden sorumlu Müdür Yardımcısı Dr. Rıfat Köse’nin Esenler İlçe Sağlık Grup Başkanlığı teklifini ustaca bir manevrayla geri çevirmenin bedelini, daha sonra İlçe Sağlık Grup Başkanı olan bir meslektaşımın beni sürgün ettirmesiyle ödemiştim.1
Sürgün dedimse de; İl Sağlık Müdürlüğü’ndeki arkadaşlar sağolsunlar, beni İstanbul’da o dönem için sürgün mekanları olan Şile veya Çatalca’ya değil, bir pratisyen hekimin gidebileceği en güzel yer olan Bahçelievler FTR Hastanesine göndermişlerdi. Arkadaşlara bu iyi niyetleri için teşekkür edip yine de bunun benim için sürgün anlamına geldiğini ifade ederek istifa etmek üzere ücretsiz izine ayrılmış ve o hastanede çalışmamıştım.
İstifa kararını verip Sağlık Vakfı’nda çalışmaya başlamışken, İl Sağlık Müdürlüğü’ndeki arkadaşların ısrarı ile tekrar geri dönmüş ancak bir yanlışlık (!) sonucu Bayrampaşa 112 Ambulans İstasyonu’na görevlendirilmiştim. Arkadaşların “Bir nöbet tut, yanlışlığı düzeltiriz.” demeleri üzerine tuttuğum bir nöbet, aslında benim için bu maceranın da başlangıcıdır. O bir nöbet sonrasında ambulansın mizacıma çok uygun bir görev yeri olduğunu fark ederek orada kalmaya karar vermem üzerine ambulansta çalışmaya devam etmiştim. Bir süre sonra yöneticilerin dikkatini çekmiş olmalıyım ki beni 112 Ambulans Komuta Kontrol Merkezi’ne çekmişlerdi. Komuta Kontrol Merkezi’nde çalışırken, mevcut başhekimden memnun olmadığı için beni başhekim yapmak isteyen o zamanki 112’den sorumlu İl Sağlık Müdür Yardımcısı Dr. Abdurrahman Kavuncu’ya, böyle bir görevi istemediğimi belirtmeme rağmen ısrarcı olması üzerine, mevcut başhekimi göreve getiren ve o sırada İl Sağlık Müdürlüğü’nde siyaseten etkili konumda olan Müdür Yardımcısının buna müsaade etmeyeceğini, böyle bir çabanın dillendirilmesinin benim durumumu da zora sokacağını beyan etmiştim. Buna rağmen beni başhekim yapmaya uğraşınca da o etkili konumdaki Müdür Yardımcısının gayretleriyle 112 sorumluluğundan uzaklaştırılarak Çevre Sağlığından Sorumlu İl Sağlık Müdür Yardımcısı yapılmıştı. Ben de artık 112’de bulunmamın etik olmayacağını düşünerek, evime yakın olan Kağıthane Sağlık Grup Başkanlığı’nda doktor olarak görevlendirilme talebimin hızlıca işleme alınması konusunda yardımını isteyerek dilekçemi kendisine vermiştim. O ise beni kendi sorumluluğunda olan Çevre Sağlığı Denetim Ekiplerinin koordinasyonuna getirmişti. Çevre Sağlığında bir yılı biraz geçkince bir süre birlikte çalışırken, 112’de işlerin düzgün gitmemesi üzerine İl Sağlık Müdürü tarafından 112’nin sorumluluğu tekrar Kavuncuya verilmek istenmişti. Kavuncu’nun benim Başhekimliğe getirilmem şartıyla kabul edeceğini belirtmesi üzerine İstanbul 112 Acil Yardım Hizmetleri Başhekimliği görevine getirilmiştim. İşte birinci 12 Mayıs, yani 39. yaş günüm, benim için Ankara macerasının başlangıcına vesile olacak idari görevime yani 112 Acil Yardım Hizmetleri Başhekimliği’ne bir Pazar günü apar topar atanma tarihim.
112 Başhekimliğimin Ankara macerasının başlangıcına nasıl vesile olduğuna gelince…
3 Kasım 2002 seçimleri yapılıp Akpartili dönem başladığında ben İstanbul 112 Başhekimi idim. Sayın Recep Akdağ, Sağlık Bakanı olarak İstanbul’a ilk ziyaretini gerçekleştirmişti. Bu ziyaret sırasında katıldığımız bir toplantıda Akdağ, “Gün içinde iki ambulans ile bir istasyonu denetlediğini ve çok kötü durumda gördüğünü” ifade edince, 112 Başhekimi olarak gerekçelerini izah etmeye başlamıştım. O anda uygun olmadığını, mevcut sorunları ve çözüm önerilerini içeren kısa bir rapor hazırlamamı istemişti. O raporu gönderdikten bir süre sonra Ankara’da 112’lerle ilgili bir günlük bir çalıştaya davet edilmiştim. Çalıştaya katılmak üzere Kavuncu ve o zaman henüz Müsteşar Yardımcılığı görevini üstlenmemiş olan Sabahattin Aydın hocamla birlikte kara yoluyla Ankara’ya giderken, Sabahattin hocamın kendisine yapılan Müsteşar Yardımcılığı görevi teklifini ailevi sebeplerle reddetme eğilimi karşısında, vatan-millet nutukları atarak görevden kaçmaması gerektiği ve mutlaka kabul etmesi yönünde duygusal baskı uygulamıştım. Bu baskılarımın bir süre sonra bana geri döneceğinden ise hiç haberim yoktu.
Sabahattin hocam Müsteşar Yardımcısı olduktan sonra kendisine bağlı birimlerden İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’nde bir genel müdür yardımcısına ihtiyaç olması dolayısıyla isim arayışları esnasında ismim telaffuz edilip de o anda telefonla teklif yapılınca açıkçası reddetme eğiliminde idim.2 Ancak Ankara yolunda atmış olduğum vatan-millet nutukları da hafızalarımızda taze olduğu için red kararımı doğrudan vermek yerine, eşimin üzerine atmak amacıyla “eve danışmak için” mühlet istemiştim. Akşam eve geldiğimde eşime konuyu açtığımda, uzun bir “giiit”ten ibaret kısacık cevap karşısında güvendiğim dağlara kar yağmıştı. Sığınacak başka bir mazeret de bulamayınca evet cevabını vermek mecburiyetinde kalmıştım.
Önce görüşmek üzere Ankara’ya çağrıldım. Görüşmem gereken personel işlerinden sorumlu Müsteşar Yardımcısı Abdulkadir Atalık’ın Bakanlık dışında bir toplantıda olması dolayısıyla bütün gün sabahtan akşama kadar bekledim. Akşam saat 20:00 civarlarında odasına geldiğinde yanına girdiğimde bana ne istediğimi sordu. Ben de konudan haberi olmadığını düşünerek herhangi bir şey istemediğimi, çağrıldığım için geldiğimi söyledim. Bana eczacı olup olmadığımı sorunca aslında niçin geldiğimi bildiğini anlayıp biraz bozuldum. İkinci soru olarak da Ankara’da kalacak yerim olup olmadığımı sorunca bu sefer de İstanbul’dan geldiğimi de bildiğinden emin olup iyice sinirlendim ve teşekkür ederek odasından çıktım. Sabahattin hocam da başka bir toplantı için dışarıda olduğu için sekreteryasına; “Mahmut Tokaç gördüğü muameleden çok rahatsız olmuş, İstanbul’a geri dönüyormuş dersiniz.” dedim. Bakanlık bahçesinde arabasında bekleyen abimin yanına gelip olanları anlatarak beni otogara bırakmasını söyledim. O da Sabahattin hocayı görmeden gitmememi tavsiye etti. O sırada aracına binmek üzere Bakanlıktaki makamından çıkan Müsteşar Necdet Ünüvar ile karşılaştım. Hal hatır sorduğunda durumu kendisine aktarıp İstanbul’a döneceğimi bildirdim. Necdet bey de, Sabahattin hocamı görmeden dönmememi tembihleyince o akşam Ankara’da kaldım. Ertesi sabah Sabahattin hocamı görmeye gittiğimde, akşam bıraktığım mesaj dolayısıyla gittiğimi sanarak Abdulkadir beye sitemkâr sözler söylediğini belirtti. Tekrar Abdulkadir beyle görüştüğümde bana görev resmen teklif edilmiş oldu. O gece dönse idim aslında bu macera hiç başlamamış olacaktı.
İkinci 12 Mayıs yani 2003 yılının 12 Mayıs günü, İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’nde Genel Müdür Yardımcısı olmak üzere 112’deki görevimden ayrıldım ve ertesi gün benim altı yılı aşan Ankara maceram başlamış oldu.
Ankara’ya geldiğim ilk hafta görevim tam belli olmadı. İkinci hafta görev dağılımı yapılırken, İlaç ve Eczacılık Genel Müdürü Hayriye Mıhçak, İlaç Ruhsatlandırma Dairesi’nin sorumluluğunu bana vermek istedi. Ancak ben henüz tecrübesiz olduğumu, bir-iki ay sonra bu sorumluluğu alabileceğimi, şimdilik başka bölümlerin verilmesini istedim. Bu isteğim üzerine ithalat ve fiyat işlerinden sorumlu Genel Müdür Yardımcılığını üstlenmiş oldum.
İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’nde o dönemde görevli olan 3 Genel Müdür Yardımcısından da çok sıcak ilgi gördüm. Sağolsunlar bana tecrübelerini aktarma konusunda gayret ettiler. Genel Müdürümle de herhangi bir problemim olmamıştı. Ta ki Sayın Bakan Recep Akdağ, Genel Müdürden istediği bilgilerin sağlıklı gelmemesi dolayısıyla bazı bilgileri benim aracılığımla almak isteyince sürtüşme kaçınılmaz oldu. İki arada kalmış durumda idim. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık hesabı bir tarafta Bakanım, diğer tarafta Genel Müdürüm. Ama Bakanımın istekleri daha önce gelmekteydi. Bu arada Sayın Bakanın istediği bilgilere ulaşma yolunda bir büyük engelim vardı: İlaç ve Eczacılıktaki her türlü bilgiye sahip olan ve bu bilgileri sır küpü gibi herkesten saklayan Evrak Şube Müdürü Zehra Yenal.3
Sayın Bakan, benden istediği bilgileri neden veremediğimi sorduğunda Zehra Yenal’ın bilgileri benden gizleme durumunu belirtmek zorunda kaldım. Buna çok sinirlenen Sayın Bakan, onun Bakanlığın başka bir biriminde görevlendirilmesi talimatını verdi. Zehra Yenal başka bir birime görevlendirilirken odasındaki her türlü evrak ve bilgisayarlar da mühürlenerek kayıt altına alındı. Bu esnada Sayın Bakan ile görüşmek üzere Özel Kalem’de bulunan Mıhçak, olaydan haberdar olup Genel Müdürlüğe döndüğünde, bu duruma benim sebep olduğumu herkesin içinde yüksek sesle bağırarak söylediğinde, ben de sadece bilgiye erişememe gerekçemi izah ettiğimi belirttim. Bunun üzerine yine aynı tonda “Sen her şeyi Bakana iletmek zorunda mısın?” diye sordu, ben de Bakanın benden istediği bilgiyi aktarma görevimin olduğunu ifade ettim. Bu olay Mıhçak ile aramızdaki iplerin koptuğu nokta idi.
Ancak Mıhçak’ın görevden el çektirilmesinin bu anlattığım olayla bağlantısı yoktu. Bu olaydan bir süre önce ortaya çıkan Allfarma skandalı ile ilgili Mıhçak adım atmaması üzerine Biyoeşdeğerlik Komisyonu Üyelerinin Sayın Bakan’a bir mektup yazarak topluca istifa etmişlerdi. Bunun üzerine olayı incelemek için bir müfettiş görevlendirilmiş, müfettişin yapmış olduğu teftiş raporunda kusurlu olduğu tespit edilen Genel Müdür’ün görevden el çektirilmesi teklif edilmişti ve bu rapora istinaden 2004 yılının 12 Mayıs’ında Mıhçak görevden el çektirildi. İşte hayatımın dönüm noktalarından olan üçüncü 12 Mayıs da Mıhçak’ın görevden el çektirildiği bu 12 Mayıs’tır.
Bu görevden el çektirme olayı üzerine Sayın Bakan’a giderek, alt oyan kişi durumuna düşürüldüğümü, bu itibarla Genel Müdürlüğe bir gün bile vekaleti kabul etmeyeceğimi beyan ettim.4
Genel Müdürlüğe kimin getirileceği sorusunun cevabı aranırken o zamanlar İstanbul’da Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü görevini yürüten Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu’nun adı aklımıza geldi ve Sayın Bakan derhal telefon ederek “Orhan abi, yarın Ankara’ya gelerek İlaç ve Eczacılık Genel Müdürü olarak göreve başlıyorsun.” dedi. Sayın Bakan’ın fakülte yıllarından arkadaşı olan ve kıramadığı için görevi kabul eden Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu’nun İlaç ve Eczacılık Genel Müdürü olarak göreve başlaması ise benim hayatımın en önemli dönüm noktalarından birisi olmuştur. Üçüncü 12 Mayıs’ın önemi de Hayriye Mıhçak’a görevden el çektirilmesi ve sonrasında Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu ile çalışmaya başlamamızdır.
Yakından tanıyanların tabiriyle Orhan abimizle çalışma bahtiyarlığına eriştiğim için gerçekten çok mutluyum. Gerektiğinde çok sert ama çoğu zaman sevecen, babacan bir yönetici olan Orhan abi, kendisinden çok şey öğrendiğim birisidir. İlaç ve Eczacılık tarihinde yapılan devrim niteliğindeki düzenlemeler Orhan abinin destekleri ile yapılmıştır. Hem on aylık Genel Müdürlük döneminde, hem de sonrasındaki Müsteşar Yardımcılığı ve Müsteşarlık dönemlerinde desteklerini hep arkamızda bulduk. Atacağımız adımları hiç korkmadan attık. Biliyorduk ki bize her halükârda sahip çıkardı. Bir memurun başına gelebilecek en güzel amirdi.5
Hayriye Mıhçak ise, görevden el çektirilmesinin müsebbibi olduğumu düşünerek bana karşı hasmane tavırlar sergilemiş, Savcılığa şikayet etmiş ve bu şikayet sebebiyle yargılanmama vesile olmuştur. Bu yüzden kendisine kırılmış olsam da hakkımda açılan tüm davalardan beraat ettiğimden o kırgınlığı da unutmuştum. Havaalanındaki karşılaşma bana o günleri hatırlatmış oldu.
Sürgün edildiğim sırada Sağlık Bakanlığı’nda Genel Müdür Yardımcısı olarak göreve başlamış olan Rıfat Köse abiden yardım talebi için sürgünü haber verdiğimde “Oh olsun!” cevabını almıştım. Bu “Oh olsun!” sözü çok ağırıma gittiği için Rıfat abiyle yıllarca selamı sabahı kesmiştim. Yıllar sonra Ankara’ya Genel Müdür Yardımcısı olarak gelip de idarecinin kendisine yardımcı olacak arkadaşlara olan ihtiyacının ne kadar önemli olduğunu anlayınca, o dönemde Ana ve Çocuk Sağlığı Genel Müdürlüğü görevini sürdüren Rıfat abiye gidip “Oh olsun!”un ne kadar haklı olduğunu anladığımı ifade edip küskünlüğüm için de helallik istemiştim.
Aslında Sayın Bakanın ekip arkadaşları konusundaki akademisyen ısrarı dolayısıyla öncelikle bir akademisyen eczacı veya doktor arayışları yapılmış, uygun kimse bulunamayınca, o sırada ziyaret kastıyla orada bulunan bir arkadaşın benim ismimi telaffuz etmesiyle akıllarına gelmişim ve bunun üzerine bana görev teklifi yapılmış.
Yenal bilgi vermediği gibi bir hafiye gibi beni takibe başlamıştı. Hatta yine Sayın Bakanın talimatıyla, o dönem için fazlaca gündemde olan fakat bizim hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımız Veri İmtiyazı (Data Exclusivity) konusuyla ilgili çalışma yapmak üzere bir firma yetkilisi aracılığı ile bir patent uzmanından randevu alıp görüşmeye gitmiştik. Patent Vekili’nin bürosunda akşam saat sekize kadar çalışma yaptıktan sonra Sayın Bakan’a rapor olarak sunmak üzere koltuğumuzun altında iki klasör dolusu evrakla Genel Müdürlük binasına gelip yaklaşık 1 saat kadar raporumuzu hazırlamıştık, Bu olayın aslını bilmeden “firma yetkilisi ile gece Genel Müdürlüğe gelip, aşağıdaki şubeden firmaya ait evrakları alıp odaya girdiğimiz, ancak odada ne yaptığımızın bilinmediği” gibi saçma sapan bir tutanak tutup o sırada kapıda bekleyen güvenlik görevlisine de tehditle imzalattırmasından, güvenlik görevlisinin ertesi gün ağlayarak bunu bana anlatmasıyla haberdar olmuş ama bu konuyu büyütmemiştim. Yıllar sonra o tutanağın benim için şikayet malzemesi olacağı ve bu gerekçe ile yargılanacağımdan ise habersizdim.
Bu olaylardan yaklaşık 3 yıl kadar önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Sabahattin hocam Sağlık İşleri Müdürü, ben de Acil Yardım ve Cankurtarma Müdürü yapılmak istenmiştik. Sabahattin hocamın atanacağı müdürlükteki arkadaş fakülte yıllarından sınıf arkadaşım olan ve yönetimle anlaşamadığı için istifa kararını vermiş bir arkadaşımız idi ve anlaşmalı olarak Sabahattin hocama müdürlüğü devredecekti. Ancak beni getirmeyi istedikleri müdürlükte ise benim saygı duyduğum bir büyüğüm vardı ve onun istifa etmek gibi bir düşüncesi de yoktu. Sadece o yıllarda kamuda sorun görülen sakalını kesmeme kararlılığında idi. Kurumlarımızdan muvafakatlarımız gelip Sabahattin hocamla birlikte başlangıç yapmak üzere Genel Sekreter Yardımcısının odasına gittiğimizde bana “Seni önce Müdür Yardımcısı olarak başlatacağız, 15 gün sonra Müdür’ü görevden alıp seni müdür yapacağız.” dediğinde; “Ben alt oyan adam olmam, eğer görevden almanız mecburi ise önce onu görevden alın, bir iki hafta sonra beni atarsınız, bu arada orasını bir arkadaş vekaletle götürür.” demiştim. Bu sözüme sinirlenen Genel Sekreter Yardımcısı benimle çalışmayacağını belirtmiş ve muvafakatnamemi Sağlık Bakanlığı’na iade etmişti. Bu olayı birlikte yaşadığımız Sabahattin hocam tarafından ilk defa Genel Müdür Yardımcılığı görevi teklif edildiğinde “Genel Müdürle çalışmaya devam edip etmeyeceklerini sormuş, görevden almayı düşünüyorlarsa bu durumda alt oyan kişi durumuna düşmemek için benim bu görevi kabul etmeyeceğimi” belirtmiştim. O zaman bana Genel Müdürün görevden alınmasının söz konusu olmadığını söylemiş, ben de iyi bir yardımcı olacağımı ifade etmiştim. Ancak zaman içinde Mıhçak’ın davranışları kendisinin görevden el çektirilmesine sebep olacak boyutlara varmıştı. Görevden el çektirilmesinin müsebbibi olmadığım halde bu şekilde algılanacağı için vekaleti kabul etmedim.
İstanbul 112’de iken beraber çalıştığım Abdurrahman Kavuncu da birlikte çalıştığım en güzel amirlerimden biri idi.
İVEK © 2016 / Sitemizdeki yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.
İLETİŞİM