Yard. Doç. Dr. ABDULLAH İSLAMOĞLU - SOSYAL ADALETİN SOMUT ÖRNEĞİ OLARAK VAKIF KURUMU
Toplumu daha sağlıklı yetiştirmek, onu kültürel yönde geliştirmek ve fertler arasında ahenkli bir hayat sağlamak için, öğrenci, fakir ve kimsesizlere yardımda bulunmak gerektiğini bilen İslam âlemi, bu maksatla birçok hayır tesisi kurmuştur. İşte bu maksatla tesis edilen eserlerden biri de imarettir. Osmanlı şehir dokusuna uygun hayır kurumları olarak biçimlendirilen ve şehrin hakim noktalarında toplu ve birbirleriyle ilişkili olarak yapılandırılan ve kamu hizmet ve işlevlerini yerine getiren imaretler çok önemli bir yer tutar.
Osmanlı Türk şehirlerinde vakıf yolu ile oluşturulan hayır kurum çok yönlü işlev görmüşlerdir. Dini, içtimai, iktisadi, sıhhi ve beledi hizmetler vermek üzere toplu olarak şehrin hakim noktalarına kurulmuş olmaları nedeni ile şehrin imarına çok önemli katkılar sağlamışlardır. Bu nedenle bunlara imaret denilmiştir. Osmanlılarda bunu daha işin başında, yani devletin kuruluş yıllarında görüyoruz. Bu bakımdan daha Osman Bey’den başlamak üzere Osmanlılarda pek çok hayır tesisi kurulduğu görülür. Osmanlı devletinin ilk kurucusu olan Osman Bey, "her üç günde bir yemek pişirir, yoksulları toplayıp yedirirdi. Çıplakla¬rı giydirir, dul hatunlara sadaka verirdi".
Orhan Bey, Bursa’da yoksullar evi yaptırmış ve fakirlerin doyurulması için mallar vakfetmiştir. Yoksullar evindeki bilgin ve hafızlara da maaş bağlanmıştır. Daha önceki Müslüman devletlerde de varlığından haberdar olduğumuz imaret kurumunun, Osmanlılardaki ilk kurucusu Orhan Bey olmuş ve İznik’in Yenişehir Kapısı’nda bir imaret kurmuştur. Bu imaretin idareciliğini de dedesi Şeyh Edebalı’nin müridi olan Hacı Hasan’a vermiştir. Orhan Bey, bu ilk imaretin açılış merasiminde bizzat kendisi hizmet etmiş, fakirlere çorba dağıtmış, akşam olunca da imaretin kandillerini bizzat kendisi yakmıştır. Orhan Bey’den sonra oğlu Murat da ahiret azığı olarak inşa ettirdiği imaretine pek çok arazi vakf etmiştir… Böyle bir başlangıçtan sonra feth edilen her yerde imaret siteleri kurulmuş ve kısa bir müddet sonra imaretler, öyle bir artış göstermiştir ki, XVIII. Asrın sonlarında, sadece İstanbul imaretleri her gün otuz binden fazla insanı doyurmaya yeter hale getirilmiştir.
İslam dünyasında vakıf kurumunun başlangıcı hakkında birtakım rivayetlerin tarihsel temeli yoktur. Ancak, Suriye ve Mısır’daki ilk İslam fetihlerinden sonra, yani hicretin birinci asrından başlayarak İslam dünyasında vakıfların tesisine başlandığını görüyoruz. İkinci asırda İslam hukuk okulları teşekkül ederek vakıf meselesi hakkında sistematik yapılanmalara gidildi. Daha sonraki devirlerde de sosyal ihtiyaçların da etkisiyle bir takım ilaveler ve değişikliklerle vakıf hakkındaki hukuki sistem derlendi.
Müslüman-Türk devletlerinden Harzemşahlar, Atabekler, Eyyubiler, Mısır, Suriye, Memluk Sultanlığı, Anadolu Selçukluları hakim oldukları sahalarda vakıf kurumunu büyük ölçüde geliştirdiler. Ayrıca Anadolu Selçukluları döneminde eyaletlerin gelirlerinin %14’ünün vakıflara ait olmak üzere dini ve hayri işlere sarf edildiğini de belirtmek gerekir. Selçukluların ekonomik ve sosyal hayatında son derece önemli bir yer alan vakıflar, bu dönemde büyük bir yaygınlık kazanmış, toplumun eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için Selçuklularca kurulan pek çok vakıf kurumu, daha sonra Osmanlılar zamanında da, kuruldukları amaç doğrultusunda hizmet vermeye devam etmiştir. Anadolu Selçuklularında sosyal ve ekonomik refah XIII. yüzyıl başlarında, I. Keykavus ve I. Keykubad zamanlarında zirveye ulaşmıştı. Bu durum XIII. yüzyıl Ortaçağ Avrupa yazarları tarafından Türkiye'nin efsanevi zenginlikler diyarı olarak gösterilmesi sonucunu doğurmuştur.
Gelir dağılımındaki adaletin göstergesi oldukça güçlü bir orta tabakanın varlığıdır. Bu kesim de ahilerin teşkilatlandırdıkları esnaf birlikleri ile ikta sistemi içerisinde yer alan sipahi ve köylüler¬den oluşan halktır. Geleneksel olarak servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması politikası izlendiği ve halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması bir görev sayıldığı için özellikle vakıflar sosyal refahı arttırmaya yönelik birçok yatırım yapmaktaydılar. Ne Selçuklulardan ne de klasik Osmanlı döneminden günümüze ciddi bir saray kalmamakla birlikte halen kullanılan camiler, medreseler, kervansaraylar, imaretler, kütüphaneler, köprüler, suyolları vs. yapılar buna bir delil teşkil eder.
Selçuklular sosyal ve ekonomik refahı arttırıcı yatırımları, İslâmî geleneğe bağlı olarak, vakıflar kanalıyla yapmışlardır. Bu kurum Moğolların ilk zamanlarında zayıf bir duruma düşmüş fakat Moğolların Müslüman olmasından sonra eski önemini kazanmıştır. Selçuklularda tıp o kadar önemli hale gelmiştir ki, hemen her şehir ve kasabada bulunan hastanelerde tedavi mümkündü ve her birinin büyük vakıfları vardı. Mesela: Anadolu Selçukluları döneminde Kayseri, Sivas, Konya, Çankırı, Divriği, Amasya, Kastamonu ve Tokat’ta muazzam hastaneler yapılmıştır. Ayrıca yine bu dönemin bayındırlık hizmetlerinin, sanatının, mimarisinin ilerlemesini de vakıf müessesesindeki gelişme ile açıklamak mümkündür. Vakıf eserlerinin çoğalması, mimar, usta, tezyinatçı gibi birçok sanatkarın istihdamına ve yetişmesine imkân vermiştir.
Bu büyük gelişme sonucu, Selçuklularda, çok sayıdaki vakıfların idaresini düzenli bir şekilde yürümesini sağlamak için bir “Evkaf Nezareti” nin kurulması yoluna gidilmiştir.
Selçuklu dönemine ait bu gelişmeler Osmanlı devrinde de devam etmiş, hatta vakıf sistemi her alanda uygulanarak halk ve devletçe tamamen benimsemiş, sahip çıkılmış, eskilerini korunduğu gibi binlerce yeni vakıflar tesis edilmiş, vakıf müessesesine gereken değer ve önem verilmiştir. Osmanlılar, halkı düşünen, koruyan devletin bir sembolü olan vakıf sistemini görülmemiş çapta büyütmüş, vakıf kurup yaşatmayı kendilerine temel görev edinmişlerdir.
Osmanlı toplumundaki vakıflar, İslamiyet öncesi Türk kavimlerine ait bazı gelenekleri muhafaza etmekle beraber, İslamiyetin kabulünden sonra dini bir hüviyet kazanmışlardır. Nitekim Osmanlı hukukunda vakıflar tamamen İslam fıkıh esaslarına dayanır. Bu vakıflar menkul ve gayrimenkul olarak iki kısma ayrılırdı. Birincisi, “müessesat-ı hayriye” adı verilen bizzat kendilerinden yararlanılan vakıflar ki bunlar, okul, hastane, kütüphane, darüşşifa, misafirhane, sebilhane gibi hayır eserleridir. Diğeri ise, yukarıda saydığımız kurumların düzenli ve sürekli bir şekilde idame olmasını sağlayan vakıflardır. Bunlar da nakit para, arazi, bina gibi hayratlardır.
Tahminlere göre, Osmanlı döneminde kurulan vakıfların sayısı 35000'in üzerindedir. Osmanlı döneminde bir vakıf, üç aşamadan geçtikten sonra kuruluyordu. Önce kuru¬lacak vakfın fikrî tasarımı yapılıyor, sonra seçilen amaçlar doğrultusunda "müessesat-ı hayriye" hizmet binaları inşa ettiriliyor ve hizmetin sürekliliğini sağlamak için gerekli olan gelir kay¬nakları belirleniyordu. Üçüncü aşamada hazırlanan vakfiye, murafaalı bir duruşma ile mahkemenin onayına sunuluyordu. Mahkemelerce kurulması uygun bulunan vakıfların vakfiyeleri, mahkemede tutulan şer'iye kütük defterine kopyası yapılıyor ve orijinal nüsha vakfı kuran kişiye iade ediliyordu.
Vakıflar Osmanlı’da çok önemli bir toplumsal görev icra etmiş olup; devletin temel görevlerini üstlenmek suretiyle fonksiyonunu hakkıyla yerine getirmiştir.
kaynak: http://www.hukukajansi.com/m/?id=76&t=makale
İVEK © 2016 / Sitemizdeki yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.
İLETİŞİM